Dr. Ahmet Soysal
DEÜ Tıp Fakültesi HSAD Emekli Öğr. Gör.
1950’de dünya nüfusunun yaklaşık %30’u kentlerde yaşarken, 2010’da bu oran %50’yi aştı. 2030’da ise dünya üzerinde yaşayan her on kişiden altısının kentlerde yaşayacağı hesaplanıyor ve bu oranın 2050 yılında %70’lere tırmanacağı tahmin ediliyor. Günümüzde artık 5 milyara yakın insanın kentlerde yaşadığını rahatça söyleyebiliriz. Bu nedenle de XX. yüzyılın ikinci yarısından bu yana dünyada ‘sağlıklı kentler’ kavramı doğmuştur ve kentlerin fiziksel yapısı ile insan sağlığının ilgisi tartışılmaya başlanmıştır. 2020 yılının başında ortaya çıkan ve kısa sürece içinde tüm dünyayı sararak pandemiye dönüşen COVID-19 salgını ise bulaşıcı hastalıklara dirençli sağlıklı kentler kavramını gündeme taşımış, özellikle 5 milyara yakın insanın yaşadığı kentlerde bulaşıcı hastalıkların ve yayılımının nasıl önüne geçilebileceği yoğun olarak gündeme gelmiştir. Yaşadığımız son pandemide Birleşmiş Milletlere (BM) göre vakaların %90’na yakını kentlerde yaşayan ve çalışmak zorunda kalan ücretliler arasındadır.
Kentlerde yaşayan insanlar birbirleri ve çevreleri ile yoğun bir ilişki içindedir. Bulaşıcı hastalıklar söz konusu olduğunda, hastalanan bir birey hastalığı taşıyarak, başkalarına bulaştırmakta ve tüm kentsel yerleşimde hızlı bir yaylıma neden olmaktadır. Bulaşıcı hastalıkları yaratan mikro organizmalar ve virüsler, niteliklerine göre farklı bulaşma mekanizmalarına sahip olmaktadırlar. Bulaşma sosyal mekânsal bir süreçtir. İlişki kurmaya, uzaklıkla yakından ilişkili olan ilişki kurma sıklığına, mikroorganizmaların ve virüslerin tek başına yaşayabilme süresine ve ortamın özelliklerine bağlı olarak, kentte farklı yayılma örüntüleri ortaya çıkarırlar. Bu bulaşma olgusunun belirlenmesinde insanın hareketlilik derecesi temel etken olmaktadır. Kentsel alanda başıboş hayvanların ve insanların hareketleriyle, hava ve suyla mikroorganizmalar sürekli taşınarak yayılmaktadırlar. Bulaşma süreci, başlangıçta hastalananların sayısını hızla artırmakta ve kısa bir süre içinde tablo salgına dönüşmektedir. Bu bulaşma sürecinin hızını ölçebilmek için bir hastanın, hastalığını ortalama kaç kişiye bulaştırdığını gösteren, bulaştırma oranı kullanılmaktadır. Hasta sayısı belli bir zirveye ulaştıktan sonra artış azalmaya başlamakta, sonra salgın yavaşlayarak yok olmaktadır. Salgının sönümlenmesi hastalığın bulaşma oranının birin altına inmesinin sonrasında gerçekleşmektedir. Bu gelişime son dönemde kamuoyunda çok duyduğumuz kelimeyle sürü bağışıklığı denilmektedir. Yani toplum bağışıklığı geliştirilmektedir. Bu bize insanların bağışıklık sistemleriyle hastalığa karşı direndiği gibi, toplumların da hastalığa karşı sürü bağışıklığı mekanizmasıyla direndiğini ortaya koymaktadır. Toplum bağışıklığını sağlamanın ve bulaşıcı hastalıkları karmaşık kent yapısı içinde kontrol altına almanın hastalığın doğal seyri içinde toplum bağışıklığı oluşmasını beklemeden aşılama ile toplum sağlamaktır. Aşılama toplum ne kadar hızlı yayılırsa bulaşıcı hastalıkları kontrol altına almak o kadar kolaylaşır.
Enfeksiyon zinciri
Bulaşıcı hastalıkla savaşımda temel ilke enfeksiyon zincirinin kırılmasıdır. Enfeksiyon zinciri tanımı iyi bilinmeli, hastalık çıkma riskini engelleme uğraşında da, hastalık oluştuktan sonra ortadan kaldırma çabalarında da kesinlikle akla gelmelidir. Enfeksiyon süresince her gelişim çok yakından izlenmeli ve kaydedilmelidir. Enfeksiyon zinciri birbirine bağımlı üç ana ögeden oluşur: Kaynak, Sağlam Kişi ve Bulaşma Yolu/Aracı. Etken kaynak’tan çıkar, çoğunlukla bulaşma yolu/aracı yoluyla, seyrek olarak da doğrudan sağlam kişi’ye ulaşır ve onun Kaynak’a dönüşmesine neden olur.
Özellikle nüfusu bir milyonun üzerindeki kentlerde bulaşıcı hastalıklarla mücadele edilirken enfeksiyon zincirini iyi tanımak çok önemlidir. Özellikle su, hava, toplu yaşam yerlerinin enfeksiyon zincirindeki yeri iyi bilinmelidir. Kentlerde bulaşma yolu/aracı; toplu taşıt araçları, alışveriş merkezleri, restoran ve kafeteryalar, sinema gibi kentlilerin kalabalık olarak bulunduğu, fiziksel mesafeye dikkat etmediği yerlerle, içme suyu, atık su gibi alt yapı üniteleridir.
Bulaşıcı hastalıklar ve kentler
COVİD-19 salgınının dünya genelinde hızla yayılıp pandemiye dönmesi sonucu birçok kentte insanların kullanımını azaltması istenilen alanlar kentlilerin günlük hayatlarında en sık kullandığı alanlar olan; iş merkezleri, toplu taşıma araçları, park ve bahçeler, alışveriş merkezleri, kamusal hizmet binaları, eğlence mekânları, tarihi bina ve alanlarla ile müzeler olmuştur. Bu tedbirlerde temel amaç, COVİD-19’un bulaş riskinin yüksek olduğu gerekçesiyle özellikle kentsel mekânlarda insanların birbirleri ile temaslarını kesmeleri ve bunun sonucunda enfeksiyon zincirinin kırılarak COVİD-19’un dünyada yayılımını durdurmak olduğu bilinmektedir. Pandeminin özellikle insan etkileşimine bağlı olarak en çok kentsel nüfusu etkilediği ve kentle olan ilişiğinin düşük olduğu bölgelerde kırsal nüfusun daha az etkilendiği bilinmektedir. Sağlık Bakanlığı’nın paylaştığı günlük verilere göre vaka ve ölüm oranlarının en çok olduğu kentlerimiz nüfus yoğunluğunun fazla olduğu İstanbul, Ankara, Şanlıurfa, Bursa, İzmir, Gaziantep, Adana ve Diyarbakır’dır. Tüm sürece dayalı veriler incelendiğinde kentler üzerine yeniden düşünmek, kentlerin demografik ve fiziki olarak yeniden planlanması gerekliliği önem kazanmaktadır. COVİD-19 sonrası değişimin sadece kentlerdeki yapıların fiziki özelliklerine dönük olmayacağı, bunun yanında insan davranışları, ulaşım, iş sahaları, park-bahçe kullanımı, eğlence merkezleri gibi pek çok kamusal ve özel alanlarda değişiklikler yapılmalıdır. COVİD-19’un yayılımında kentlerin nüfus yoğunlukları belirleyici olmuştur. Öyle ki, aynı şehirde nüfusun yoğun olduğu semtlerde virüse yakalanma ihtimali yüksek iken nüfus yoğunluğunun az olduğu semtlerde bu ihtimal daha düşük seyretmektedir. Çünkü hastalığın bulaş yolu insandan insana damlacık yoluyla gerçekleşmektedir. Büyük kentlerde, işçi-emekçi insanların yoğun olduğu mahallelerde; çocukların, gençlerin, çalışan nüfusun bir araya gelmesi kaçınılmaz olmaktadır. Kişilerin zorunlu olarak marketlere gitmeleri, sosyalleşme amacıyla buluşmaları, çalışmak için iş yerlerine gitmeleri ve belli saatlerde daha yoğun olarak toplu ulaşım araçlarını kullanmaları bulaş ihtimalini kentlerde ve özellikle de ücretliler arasında artırmıştır. Aynı zamanda bu süreçte kentlerdeki sosyal ve sınıfsal ayrışmalarda hastalığın yayılımını ve hayatı etkilemede belirleyici olmuştur. COVİD-19 pandemisinden kentlerde çalışmak zorunda olan ve sağlıksız koşullarda yaşamını sürdüren yoksul insanlar daha fazla etkilediği görülmüştür. Kırsal alanda yaşayan nüfusun kentlerde yaşayanlara göre pandemi sürecinden daha az etkilendikleri gözlenmektedir. BM Genel Sekreteri Guterres yaptığı açıklamaya göre dünya genelinde ortaya çıkan vakaların %90’nı kentlerdedir ve bu durum yoğun nüfusun virüsün yayılması açısından ne derece önemli olduğunu ortaya koymaktadır. COVID-19 pandemisi bir son değildir. Yakın gelecekte de yeni bulaşıcı hastalık etkenleri ortaya çıkacak, salgınlar kentleri etkilemeye devam edecektir. O nedenle kentleri yeni salgınlara karşı dirençli hale getirmek ve özellikle yoksul ve ücretli kesimin oturduğu bölgelerde eşitsizlikleri giderici yeni kent politikaları geliştirmek önem taşımaktadır.
Kentlerin bulaşıcı hastalıklar sürecinden olumsuz etkilenmesinin sebebi olarak yine insanın kendisi gösterilebilir. Çünkü bu tür salgınlar kendiliğinden rastgele ortaya çıkmamaktadır. Neo-liberal kentleşme politikalarının doğurduğu sonuçlar olarak ortaya çıkan; küresel ısınma, iklim değişikliği, plansız kentleşme, doğal ortamların yok edilmesi, doğal kaynakların plansız bir şekilde kullanılması, sağlıksız konutlaşma, kentlerde yaşayanlar arasında ekonomik ve sosyal eşitsizliklerin günden güne artması gibi pek çok farklı sorunlar salgınları ve salgınların yayılım hızını etkilemektedir. Türkiye’de COVİD-19 vakalarının en çok görüldüğü iller İstanbul, Ankara, İzmir, Bursa, Adana, Gaziantep, Şanlıurfa gibi yoğun nüfuslu kentler olduğu bilinmektedir. Öyle ki, bir semtteki markete günlük giren kişi sayısı, bir toplu taşıma aracını günlük kullanan sayısı, bir pazar yerine giren kişi sayısı, bir iş yeri yemekhanesini kullanan kişi sayısı gibi insanları birbirine fiziki olarak yakınlaştıran alanlar bulaş risklerini arttıran alanlardır. Salgın süresince kentlerde dış mekânın güvensizliği ve salgın tehlikesinden korunma amaçlı en güvenilir yerlerinin evlerin olması sebebiyle insanların evlerine kapanmaları, konutların planlanması üzerine yeniden düşünmeye itmiştir.
Bugün dünyada yaşanan pandemi sonrası kentsel alanlardaki konutların daha yaşanabilir ve ev içi aktivitelere uygun planlanması tartışılmakta ve yeni planlanacak konutlar ve mahalleler için yeni yaklaşımlar tartışılmaktadır. Yeni planlanacak konut ve mahallelerde olması gerekliği düşünülen özellik şöyledir:
Sonuç
Kentlerde bulaşıcı hastalıklarla mücadele etmek için toplum içindeki eşitsizlikler ve kalkınma eksikliklerinin giderilmeli, yerel aktörlerin özellikle de yerel yönetimlerin kapasitelerinin güçlendirilmeli ve aynı zamanda geleceğe hazır, yeşil, dirençli ve kapsayıcı yerleşimler inşa etmelidir. Bunun için yapılması gerekenler şunlardır:
Kaynaklar