Prof. Dr. Erkan POLAT
Süleyman Demirel Üniversitesi Mimarlık Fakültesi
Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Öğretim Üyesi
Giriş
“Eğer tek başına hastaysanız, bunun nedeni kötü bir şey yemenizdir. Ama birlikte hastaysak, bunun nedeni havanın iyi olmamasıdır; havayı değiştirmelisin, devr-i daim etmelisin.”
Hipokrat
Kum saatini çevirme zamanı geldi de geçiyor bile, dünyada bir paradigma değişimi yaşanıyor. Kentsel ortamlar bugün bir risk faktörü haline geldi ve doğanın çeşitli tehlikeleri karşısında yüzyıllarca direnen kent sakinlerinin kollektif belleğinin ve kentin sağlığının bozulmasının nedeni sadece bir hastalık korkusu ve felaket beklentisi. Bu salgın, kentsel bir düzensizlik/kaos yaratan, insanların hayatlarını zorlaştıran ve kentleri dağınık, mutsuz ve ruhsuz yerler yapan bir şeymiş gibi görünüyor. Bu durum insanları bu kentsel yeni gerçeklikle yüzleşmek, kentleşme, hareketlilik, erişebilirlik, yerel yönetişim ve hastalıkların yayılması arasındaki bağlantıları doğru anlamak ve çözüm üretmek zorunda bırakıyor.
Birbirine bağımlılıklara dayalı -özde tekil ve sedantif- bir yaşam dünyasında, gezegen düzeyinde karmaşıklığın böyle bir gösterisine hiçbir zaman tanıklık etmedik. Gerçekten de tüm gezegendeki kentsel yaşam düzeyinde, uzun yıllardır tekrarlanan bu aksiyomatik, mükemmel bir şekilde resmedilmiş olsa da anlaşılıyor ki kusurlu, eksik ve kırılgan kentlerde yaşıyoruz.
Plancılar, tasarımcılar, mimarlar, peyzaj mimarları ve gazeteciler bu krizin kamusal alanla ilişkimizi nasıl dönüştüreceği hakkında sürekli yazıyorlar (Florida, 2020; Null ve Smith, 2020; van der Berg, 2020). Hala krizin ilk aşamalarındayız ve önümüzdeki süreçte daha da gelişen ve değişen küresel bir salgına uyum sağlamak zorundayız. Birçoğumuzun kamusal alanlarımıza geri dönebilmesi için ya da normalleşmesi için haftalar, aylar belki de yıllar geçecek, ancak kentin, mekânlarının ve kentle ilgilenen mesleklerin nasıl değiştiği veya uyum sağlaması gerektiği hakkında düşünmek için henüz erken değil. Ya kentin mekânlarına kentliler erişemiyorsa ya da kullanamıyorsa?
KENTİN OLMAZSA OLMAZI; MEKÂNLAR
Bugün ‘insanlığın tanımlandığı ve meşgul olduğu bir yer haline gelen kent’ (Peake and Rieker, 2013:11) günlük düzeyde yaşanan bir medeniyet gücüdür de (Paddison, 2001). Modern kent kaçınılmaz olarak insanlarının karşılaşması, güç ilişkileri ve sosyal düzenin karmaşık diyagramlarını oluşturan bir “kamusal mekânlar” (Lofland, 1998) bütünüdür. Modern kentin belirleyici koşullarından biri Gesellschaft ve Gemeinschaft arasında yani kamusal ve özel mekânlar arasındaki yalnızlık, hayal kırıklığı ve yabancılaşma yaygınlığıdır (Pile, 2005; Tonkiss, 2005). “Yakın” ın yakın olmadığı ve yakınların uzaklarda olabileceği bir dünya da öyle. Souchon’un “Ultra Modern Yalnızlık (Ultra Modern Loneliness)” albümündeki gibi ya da Simmel’in (1950) kent vizyonundaki gibi bir yakın olmama durumudur bu.
Kentsel yaşamın öznesi olan insan, bazen kendi çıkarları için kentsel yaşamla uzlaşır, bazen de kent karşısında kendini korumaya çalışır, a-sosyal bir davranışa sürüklenir. Büyük kentlerde insanların karşılıklı temkinliliği ve kayıtsızlığı bireye başka hiçbir yerde bulamayacağı bir özgürlük kazandırır. İnsan kentte özgür olduğu için, başka hiçbir yerde hissetmeyeceği kadar yalnızlık ve kaybolmuşluk hisseder. Böylece kentler mekânlarının büyüdüğü ve nüfusunun arttığı oranda özgürlüğün, kozmopolitliğin ve kronopolitliğin mekânı haline gelir.
Sennett (1999), “Gözün Vicdanı” adlı eserinde, modern kültürün “iç” ve “dış” arasında bir ayrımda olduğunu belirtir; öznel yaşantı ile sosyal yaşantı arasındaki, benlik ile kent arasındaki ayrım. Modern insanın dağarcığında kişisel mekân olan evin “mahremiyet” i sıcaklık, güven ve duygusal yakınlığı ifade eder, bu anlamda kişisel mekân “intim” dir ve “özerk” tir (Taylor, 2004). Toplumsal yaşam bu imkânları sunamadığı için gayri şahsi, yararsız, bayat ve anlamsız görünür. Ne var ki mahrem alan da her zaman bireyin beklentilerini karşılayamaz. Kamusal yaşamın zayıflaması, ‘içtenlikle ilgi duyulan mahrem ilişkileri deforme eder’ (Sennett, 2002: 16-20). Sennett’e göre, “kamusal mekân”, aile ve arkadaşlık ortamının dışında ve onlardan çok farklı bir “toplumsal yaşam bölgesi” dir. Bu yüzden, kamusal yaşamın merkezi büyük kentlerdir.
YA DIŞINDASINDIR MEKÂNIN YA DA İÇİNDE YER ALACAKSIN
Kent sadece mekânsal bir varlık değildir, içerisinde yaşayan insanların iletişim kurmaları ve etkinlikleri için gerekli bir sosyal ortamdır da. Binalardaki ve binalar arasında kalan mekânlardaki yaşam, neredeyse binaların ve mekânların kendisinden bile önce gelir. Bu nedenle, kentte önce “yaşam”, sonra “mekânlar”, en son da “binalar” gelir (Gehl, 2006).
Bireysel mekânın sınırında kamusal mekân başlar. Tüm yaşamını bir mekân içerisinde geçiren insan için mekân, var oluşuna da denk düşer. İnsan hareket ederek bir mekândan diğerine geçebilir. Mekân, aynı zamanda zamansal bir bellektir, zaman içinde mekânda biriktirilenlerdir, anılardır, bellekte kalanlardır. Belleği harekete geçiren, anımsatan ve çağrıştıran ve adeta zamana ve belleğe kaydedilenler insan, mekân ve nesnelerdir. Çocukluğun geçtiği sokağa girildiğinde bellek harekete geçer ve anımsamalar başlar. Bu yüzden mekân değiştiğinde değişen zamanın getirdiği yeni anlamlarla alımlansa ve yorumlansa da sadece kabuk değişir, öz ve bellek kalıcıdır.
Kentte ortak ve paylaşılan yerlerin olması, buraların orada yaşayanlarca sahiplenilmesi ve kullanılması (kafeler, sokaklar, meydanlar, vb.) burayı kullanan çocuklar, kadınlar, yaşlılar, vb. –hatta sokak kedileri– olması, bu mekânların ortak ya da kamusal mekân olmasını sağlar. Burada çabucak tarif edilen mekânsal uzlaşı, kentte birlikte yaşamın ve uygarlığın bir göstergesidir.
KENTSEL MEKÂNDA YAŞANAN KRİZ
Tarihte her zaman istikrar dönemleri hızlı değişimle, ani kesintilerle ya da müdahalelerle durdurulabilmiştir. Thomas Kuhn bu değişiklikleri “paradigma değişimi/kırılması” olarak kavramsallaştırmaktadır (Kuhn, 1962). Yaşanılan olumsuzluklar, radikal olarak yeni ve cesur projelere başlama fırsatı verebilir, felaket kapitalizmine karşı potansiyel bir “karşı şok” olarak kavramsallaştırılabilir (Klein, 2007). Bu anlar kabul edilebilir veya radikal olanı yeniden tanımlar ve politika yapıcıların “Overton penceresi” dediği şeyi de değiştirir (Crabtree, 2020). Bu nedenle, böyle dönemler, daha önce imkânsız olduğu düşünülen çabaları yürütmek için fırsatlar yaratır ve “ancak şimdi” uygulanabilir veya gereklidir.
COVID-19’un kentleşme, planlama ve tasarım, alan kullanımı, kentsel yoğunluk, uzaktan çalışma, enerji, ulaşım, perakende vb. üzerinde birçok etkisi olsa da, odak nokta mevcut pandeminin kamusal mekânı nasıl değiştirebileceğidir (Resim 1). Ortaya birçok soru çıktı:
MEKÂN VE ERİŞEBİLİRLİK
Bir yerden bir yere gidebilme özgürlüğü erişebilirliktir; belli bir mesafe kat ederek, devinerek bir yere varmayı, ulaşmayı, zamanı ve mekânı yenmeyi anlatır (Korkmazyürek ve Polat, 2019). Varılan yer özel olsun kamusal olsun bir mekândır; bir arada olmayı, konuşmayı, iletişim/etkileşim kurmayı, sosyalleşmeyi, birlikte var olmayı, yaşamayı sağlayan bir sosyo-kültürel ortamdır. İnsan günlük işlerini yaparken mikro-mekânı ve insanlar arasındaki mesafeyi bilinçsizce yapılandırırken, odadan, eve ve binadan kente tüm mekân organizasyonunda bu mesafeleri kullanır. Kişilik özellikleri, kültürel normlar, yaş, cinsiyet ve bunun gibi faktörlerden etkilenerek biçimlenen mesafeler insan davranışından, hareketlerinden (mobilite ve motilite) ve yapılı çevre koşullarından doğrudan etkilenir (Korkmazyürek ve Polat, 2019). Yakınlık dereceleri, genelde insanları ayıran mesafelerle ölçülebilirdir.
Diğer insanlarla konuşmayı, iletişim ya da etkileşim kurmayı sağlamak için insanın belli bir mesafeye ihtiyacı vardır. İnsanlar arasındaki fiziksel mesafeler kadar sosyo-kültürel ve sosyo-psikolojik olan mekânsal ve zamansal birçok mesafe vardır. Antropolog Edward T. Hall’un (1966), “proksemik (proxemics)” teorisini ortaya attığı “the Hidden Dimension” isimli kitabında tanımladığı, samimi/mahrem (≤ 45 cm), kişisel (46 cm – 1,20 m), sosyal (1,20 m – 3,60 m) ve kamusal/genel (3,60 m ≤) olarak adlandırılan bu mesafeler ve mekânlar (Şekil 1), yakınlık veya samimiyeti yansıtmak için kullanılan kişiler arası temas düzeylerini de temsil etmektedir (Hall, 1966).
Şekil 1. Proxemics; insanın çevresindeki mekânlar
Lefebvre’nin (1968) dediği gibi bir “kent hakkı” varsa, kamusal alana erişim ve bu mekânda yaşama yeteneğinin de bir “hak” olarak anlaşılması gerekir. Bu yaşamsal hakkın – diğer insanlarla mekânların ve eylemlerin paylaşıldığı varsayılırsa – kamu yararına hizmet etmesi beklenir. Bu durumda mekân yalnızca bireysel değil müşterek yani kamusal olur; ‘kentsel yaşamın dokusunu oluşturan sıradan ve dünyevi faaliyetler evreni’ dir (Koch and Latham, 2012:515).
Kamusal mekânlar erişilebilir ve herkese açık olan kentsel mekânlardır; uzamsal-zamansal ‘senkronizasyon’, yani, heterojen aktivite ritimleri arasındaki eşzamanlılık, artikülasyon ve uzlaşma örneklerinden oluşur (Kärrholm, 2007) ve insan yoksa mekân istikrarsızlaştırılır (Bresnihan and Byrne, 2015) ve mekân sadece fiziksel bir yere dönüşür. Eğer kamusal mekân insanların ve faaliyetlerinin fiziksel olarak tarifiyse, günlük yaşamın bu özel kesişimlerini sağlayan insan bugün mekânda yoksa ya da kullan(a)mıyorsa bu mekânı nasıl tanımlamak gerekir?
SONUÇ OLARAK…
Yaşanılan krizin büyüklüğü, kapsamı ve hızı, kentlere derin bir dönüşüm geçiriyormuş gibi hissettiriyor, kentin iktidarını ve gücünü sorgulatıyor. Sanki zeminin altında hareket ettiği/kaydığı, uygulamayı yöneten temel ilke ve kuralları değiştirdiği tektonik bir değişim yaşanıyor. Kentlerimiz bu fenomenolojik, mekânsal, sosyal, ekonomik veya sağlık krizlerine karşı savunmasız.
Bu krizin bir fırsat olduğunu iddia etmek klişe haline geldi ve daha önce kentlere ve sağlığa bu kadar dikkat edilmedi, bu da kentsel planlama, erişebilirlik, kamusal mekân ve refah arasındaki bağlantıları incelemek için eşi görülmemiş bir fırsat haline geldi. COVID-19 krizinin ele alınması, kamusal mekân tasarımının gezegen sağlığını nasıl koruyabileceğini ve teşvik edebileceğini de yeniden düşünmeyi gerektirecektir. Planlama ve halk sağlığı profesyonelleri bu kriz sırasında ve sonrasında daha sağlıklı kentler inşa etmek için bir araya gelmek zorundadır. Kentsel mekânlarımızın erişebilirliği ve esnekliği yeniden incelenmeyi hak ediyor, böylece kentli insanlar, şüphesiz gittikçe daha fazla tekrarlanacak krizlere daha kolay adapte olabilecektir.
Kaynakça